[b][i]1
Bahar gelmiş olmasına rağmen hava serin ve yağmurluydu. Oysa bu mevsimde Antalya'da denize girebilirdiniz. Beydağlarının karlı beyaz tepeleri, kara bulutların arasından azda olsa seçiliyordu.
Engin, sabah ayazıyla üşüdüğünü hissederek pencereyi kapattı. Mutfağa giderek, ocakta kaynayan sudan büyük bir bardağa kahve suyu koydu kendine. Koyu ve sert bir kahve, şekersiz. Ancak bu şekilde ayılabilirdi. Mutfak masasına oturup yudumlamaya başladı. İlk yudumda ağzı yandı. Bu aptallığı herzaman yapıyordu. İçtiği şeyin sıcaklığını unutuyordu bazen. Boğazını yakarak midesine aktı sıcak kahve. Daha sonra televizyon kanalları arasında gezinmeye başladı. Değiştirecek bu kadar çok kanalın olması, uydu yayınlarının en sevdiği yanıydı. Vakit öldürmek için iyi bir icattı.
Engin, otuz yaşında yalnız yaşıyan biriydi. Uzun süre işsizlikten sonra bir şirkette pazarlama ve tanıtım bölümünde iş bulmuştu. İyi maaş veriyorlardı. Altına birde araba çekmişlerdi. İkramiyeleride ekleyince çektiği sıkıntıya değdiğini düşünüyordu. Yada buna inandırmıştı kendini. Tek sorun sürekli yollarda olmak ve aptal bir takım giymekti. Birde gittiği tanıtımlardaki insanların salaklıklarına rağmen kibarlığını ve sahtekar gülümsemesini korumak zorunda olmasıydı. Ancak buna katlanmalıydı. Yaşam standartlarını korumak ve yükseltmek için oyunun kuralına uygun davranmalıdı.
Saat 09:00 olmuştu. Giyinip yola çıkmalıydı. Bugün Denizli'ye gidecekti. Kendi bölgesi dışındaydı fakat özel bir şirketle anlaşmaları vardı. Ayda bir sefer, Akdeniz Bölgesinden biri giderdi bu tanıtımlara. Sıra Engin'e gelmişti. Ayrıca iyi de ikramiye ekleniyordu maaşına. Buradan alacağı para ile Melis'e güzel bir nişan yüzüğü alabilirdi. Melis sözlüsüydü. Bir hafta önce evlenme teklif etmiş ve Melis de kabul etmişti. Bir hafta sonra tam birinci yıllarını dolduracaklardı. Yüzük için daha uygun bir zaman olamaz diye geçirdi aklından. Engin bu düşüncelerle meşgulken ani bir parlamayla şimşek çaktı. Hemen arkasından da gökgürültüsü duyuldu. Yağmur bastırmıştı. Antalya, sağanak yağmurlarıyla bilinirdi zaten. Engin küfrederek pencereye yaklaştı. Hava neredeyse akşammışçasına kararmıştı. Büyük kara bulutlar şehrin üzerini sarmıştı. Cama vuran yağmur taneleri arasında dolu parçalarını gördü. Daha fazla oyalanmadan yola çıkmalıydı. Evine şöyle bir göz gezdirip kapıyı çekti. Koridora çıktığında komuşusunun kedisi Nazlı çıktı karşısına. Engin'i görür görmez tıslamaya başlamıştı. Birbirlerini sevmiyorlardı. Bütün tüylerini dikmiş, kamburunu çıkarmış, tıslıyordu. ‘'Tüylü yılan!'' diyerek bir tekme savurdu Engin, ıskalamıştı. Kedi "miaavv" çığlığıyla merdivenlerde gözden kayboldu. Kedilerden hiç hoşlanmazdı. Küçüklüğünden beri sevememişti bu hayvan türünü. Sevgilisi de tam tersine bayılıyordu kedilere. Engin, sürekli kendi k.çını yalayan bir hayvanın bu kadar çok sevilmesine anlam veremiyordu...
Şemsiyeyi yanına aldığına seviniyordu. Yağmur hala sağanak halindeydi. Evden arabaya kadar geçen sürede sırılsıklam olabilirdi. Hava gerçekten soğumuştu. Hemen arabaya girip çalıştırdı ve sürmeye başladı. Çevre yoluna çıktığında yağmur daha da şiddetlenmişti. En kısa yol olan yayladan gitmeyi düşündü. Tek korkusu kar ve tipiye yakalanmaktı. Fakat iyi bir sürücü ve aracın güvenli donanıma sahip olması bu kararını kesinleştirdi. Ayrıca yaylada bildiği çok lezzetli kavurma yapan bir yer vardı. Orada durup iyi bir ziyafet çekebilirdi. Bu düşüncelerle yayla yoluna saptı...
2
Yemeğini henüz bitirmişti. Bol yağlı saç kavurmayı bukadar hızlı yemesine şaşırdı. Oysa nekadarda yavaş yerdi. Çocukluğundan beri annesinden başlayarak herkes bu huyundan şikayet ederdi. Bu iştahın sebebi belkide yaylanın temiz havasıydı. Bir yandan sigarasını içiyor, çayını yudumluyor ve camdan dışarıdaki tipiyi seyrediyordu. Yaklaşık iki saattir yoldaydı ve yaylaya çıktığı anda kar burnuna dayanmıştı. Tahmininden daha çok kar vardı. Bütün gece yağmış olmalıydı. Arka masadaki konuşmalara istemeden kulak misafiri oldu.
-"Denizliye kadar yol kapanmış!'' dedi, kamyon şoförü olduğunu düşündüğü bir adam. O sırada çayları tazeleyen garson lafa karıştı:
-‘'Bütün kış bukadar kar olmamıştı yaylada...'' dedi. Ardından lokantanın ortasında yanan büyük odun sobasına bir odun daha attı. Sobaya giren odunun çıtırtılarını dinlediler bir süre. Engin telaşlanmıştı:
-‘' Denizli tarafından gelen var mı?'' diye sordu. Herkes birbirine baktı küçük salonda. Kimse yoktu. Lokantayı işleten yaşlı adam Engin'in masasına yaklaşarak:
-‘' Denizli'ye mi yolculuk yiğenim?'' dedi yöresel bir şiveyle. Bir sandalye çekip yanına oturdu.
-‘'Evet kısmetse akşam orda olmalıyım.''
-‘'Yiğenim, bu havada geceden önce varamazsın; o da yollar kapanmazsa.'' Engin'in canı sıkılmış yüzü asılmıştı. O sırada içeriye iki kişi daha
girdi.Titreyerek sobaya yaklaştılar. Garson hemen çay getirdi. Şişmanca olanı kasketini çıkararak:
-‘'Gözünüz aydın beyler! Yayla yolu kapanmış!'' dedi. Bir yandanda tıslayarak gülüyordu. Bu şekilde neşelenmesinin nedeni kapanan yollarda mahsur kalan otobüs ve diğer araçların bu tür lokantalara sığınıyor olmasıydı. Bu olay çevredeki esnafın biraz daha fazla kazanç sağlayacağı anlamına geliyordu. Bu haber Engin'i çaresiz bırakmıştı. Bunu farkeden lokanta sahibi kafasını kaşıyarak:
-‘' Yiğenim, aslına bakarsan eski ve talii bir yol var. Ama yıllardır köylülerden başkası kullanmadı o yolu. Kilometrelerce benzinlik yada bir ev bulamazsın civarda. Genelde yaz aylarında kestirme niyetine kullanır bizim köyün insanı.‘'
Şişman ve neşeli olan adam girdi lafa, fakat sesinde eski neşesi yoktu:
-‘' Mehmet Abi, Korkuluk yolunu mu diyosun yoksa? Boşversene abi hiç girmesin o yola! Söylentileri biliyosun.''
Bir anda dışarıdan daha soğuk bir hava çöktü odaya. Engin merakla sordu:
-''Nedir, ne söylentisi?''dedi. Lokanta sahibi anlatmaya başladı:
-‘'Yahu bizim köyün ihtiyarlarının uydurması işte.1900 lerin başında; Korkuluk Yolu üzerinde, bir eve yerleşen genç kadından bahsederler. Ozamana kadar köye bu güzellikte bir kadın gelmedi derler. Genç erkekler gizli gizli giderlermiş kadının evine. Kadın da bu erkekleri evine alırmış. Gece dolunay zamanında karılarından gizli gizli kaçarlarmış. Fakat birsüre sonra eve giren erkekler birer birer kaybolmaya başlamışlar. Köylülerde efsunlu diye korkup yaklaşmamışlar birdaha o eve. Bana sorarsan yeğenim tamamen hayal mahsülü işte...''
-"Eee peki Hikmet dedenin anlattıkları ne? Kendi gözüyle görmüş abisini o eve girerken. Adamdan bir daha haber alınamamış, nerde bu adam?" diye sordu garson. Sesinde ortamı germek isteyen bir titreme vardı.
Lokanta sahibi sıkıntılı bir bakış attı garsona:
-"Ne bilem ben! Muhtar mıyım? Kaçıp gitmiştir belkide. Daha iyi bahane mi bulucak karısından kurtulmak için. Hem Hikmet dede adını hatırlamıyor, 80 yıl öncesini nerden bilicek? Çayları tazele sen." dedi.
Engin lokantadan çıkalı bir saat olmuştu. Tüm ısrarlara rağmen şansını denemek istiyordu. Yol boyunca anlatılan hikayeyi düşünmüştü. Bu arada tipi iyice bastırmıştı. Zorlukla Korkuluk Köyü yazan mavi tabelayı seçti. Hemen kırdı direksiyonu. Tamamen bir refleksti. Düşünmemişti. Anlatılan hikaye umrunda değildi. Tek düşündüğü bir an önce şehre ulaşmaktı. Araba dar yolda yavaş yavaş ilerliyordu. Sadece tekerleklerdeki zincirin ezdiği karın sesi duyuluyordu. Gerçektende yol boyunca ne bir vasıtaya nede bir eve rastlamıştı. Yolun üzerindeki kar kalınlaşmaya başlamıştı. Gördüğü son evin üzerinden neredeyse elli kilometre geçmişti. Karanlık dar yol, sık ormanlar arasında beyaz bir yılan gibi kıvrılıyordu. Birkaç kilometre kadar gittikten sonra araba birden durdu. Kara saplanmıştı. Bir süre çaresizce patinaj çekti. Fakat hiçbir işe yaramıyordu. Tanımadığı bir adamın sözüyle hareket ettiği için kendine kızıyor, küfrediyordu. Bildiği yoldan ayrılmamalıydı. Ne diye girmişti ki bu kestirme çıkmaz yola. Fakat olan olmuştu. Beyaz fırtınanın içinde yalnızdı. Bu sırada gün nöbetini geceye bırakmıştı. Cep telefonu çekmiyordu. Sığınacak bir yer bulmalıydı. Arabadan çıktı ve yürümeye başladı.
Soğuk nefesini kesiyordu. Yüzüne vuran kar canını yakıyordu. Onbeş dakika sonra ayakları ıslak ve soğuktu. Makosen ayakkabılar tipide dolaşmak için iyi bir seçim değildi. Soğuk rüzgar takım elbisesinin paçalarından içeriye giriyordu. Saçında eriyen kar gömleğinin yakasında içeriye sızıyordu. Bir an pes etmeyi düşündü. Yere oturup sadece ağlamak ve çaresizce beklemek istedi. Bu düşüncelerle bir kilometre daha gidebilmişti. Titremekten yürüyemiyordu. Yolun sonuna mı geldim diye düşünmeye başladı. Hayır bu şekilde bitemezdi. Henüz otuz yaşındaydı. Evlenecekti, onu bekleyen bir sözlüsü vardı. Daha uzun yıllar ödiyeceği fatura ve vergileri vardı. İşte o anda zayıf ve sarı bir ışık karanlık korunun içinden gözlerini aydınlattı. Işığa doğru yürümeye başladı. Daha çok aksak bir yürüyüşü vardı. Koruluğun içine süzüldü. Işık yaklaştıkça büyüyordu. Birkaç metre sonra karşısında iki katlı büyükçe bir ev vardı. Zili çalabilmek için bir eliyle diğer elini tuttu ve titreyen elini azda olsa zile götürebildi.
Evin kapısı yavaşça açılmıştı. İçeriden gelen aromalı bir koku ve sıcaklık yüzüne vurdu. Seslenerek içeriye girdi. Salonun ortasına kadar yürüdü. KAr ve çamurlu ayaklarından akan sular yerdeki kırmızı kalın halıya damlıyordu. Salonda yanan şömineye yaklaştı. Oldukça büyük bir şömineydi. Isınmak için şömineye okadar yaklaşmıştı ki teninin yandığını bir süre farkedememişti. Bu sırada odanın içini incelemeye başladı. Şöminenin önünde serili duran, deri benzeri kilimle karışık bir şey vardı. Ev antikalarla doluydu. Duvarlarda eski tablolar, saatler ve bir sürü süs eşyası asılıydı. Daha çok ortaçağ müzelerini andırıyordu. Bir anda arkasında bir hareketlilik sezdi. Ani bir şekilde döndüğünde yirmiden fazla kedinin toplandığını gördü. Hepside birbirinden farklıydı. Koro halinde miyavlıyorlardı. Sarı, beyaz , siyah, tekir ve her cins kedi vardı. Eskiden beri nefret ettiği hayvanların arasında kalmıştı. Daha doğrusu içlerine düşmüştü. O sırada çatallı ve kısık bir ses duydu.
‘'Merhaba delikanlı! Geliyorum bekle orada. Korkma kediler evcildir .'' dedi.